Trenimin kalkmasına yarım saat kala istasyon binasına girdim ve ilk dikkatimi çeken şey içeri girdiğim yerin cuma günü geldiğimde çıktığım yer olmadığıydı. Tren kalkış planının yazılı olduğu elektronik ekranı hemen buldum ama planda benim biletimde yazan treni bir türlü göremedim. Ekranın sadece Hollandaca yazılar içerdiğini görünce problemimi benim için çözebilecek birini aramaya başladım. Danışmada aradığım kişiyi kilolu zenci bir kadın formunda buldum. Bana trenimin 4 numaralı perondan kalkacağını söyledi ve bu peronu nasıl bulacağımı da tarif etti.
Geldiğimde de dikkatimi çeken turnikelerden geçerken kendime yine aynı soruyu sordum: Madem turnikelerde iki yöne de geçişi engelleyen bir şey yok, neden turnike yapma ihtiyacı duyulmuş? Bu sorunun cevabı çok önemli değildi, öncelikle peronlara çıkan merdivenlerin şifresini çözmeliydim. Almanya'da örneğin 2 ve 2a peronlarına aynı merdivenden çıkılır ama burada birbiriyle alakasız yerlerden çıkılıyordu. Belki sonuçta aynı yere çıkılıyordur ama bunu test etmeye niyetim yoktu.
Danışmadaki kadının verdiği bilgiye rağmen biletimde yazdığı gibi 2. perona çıktım. Etrafta beklediğimden çok daha az insan vardı. Birazdan gelen bir görevlinin uyarısı ile nedenini anladım; tren gerçekten de 4. perona gelecekmiş. Doğru yerde beklemeye başlayınca eksikliğini hissettiğim kalabalığa da kavuşmuş oldum. Birazdan ekranda Düsseldorf'a gidecek olan ICE (şehirler arası ekspres) belirince hepimiz derin bir nefes aldık. Konuşmalardan anladığım kadarıyla yolcuların bir kısmıyla cuma günü de aynı yolculukta berabermişiz.
Trenimiz perona zamanında geldi ama herkes problemi hemen fark etti ve uğultular arasında görevlilerin başına üşüştük. Binmemiz istenen tren bir ICE değildi ve Düsseldorf'a değil, Emmerich'e gidiyordu. ICE orada bizi bekliyormuş. Kısa bir haftasonu boyunca bu isimleri o kadar sık duymuştuk ki artık gülmeye başladık. Yer rezervasyonlarımız tabii ki Emmerich'e kadar geçersiz olduğundan hemen vagonlara saldırıp yer kapma yarışına giriştik. İspanyol grubun arkasında Alman bir ailenin yanında pencere kenarına kuruldum. İlk başta yaptığım kitap okuma planlarını Hollanda'yı gündüz gözüyle görme şeklinde değiştirdim ve pencereden dışarıyı seyretmeye başladım. Daha Amsterdam'dan çıkmadan o ana kadar eksikliğini neden hissetmediğimi bilmediğim bir yel değirmeni gördüm. Yol boyunca yakınından geçtiğimiz bütün nehirler ve su birikintileri donmuştu ve insanlar buralarda da patenle kayıyorlardı.
Hollanda polisi bu sefer trende kontrollerini yaptı. Pasaport yerine şüpheli bagajlarala ilgilendiler. Bayan polis memuru karşı pencerenin yanında oturan kadına üzerindeki kırmızı bavulu sordular ve bavulun bana ait olduğunu duyunca bavula karşı ilgisini hemen kaybetti. Son durak Emmerich'e kadar sorunsuz geldik, ve gerçek ICE bizi gerçekten de bekliyordu. Bu sefer ayırttığımız yerlere oturabildik ve hemen hareket ettik. Şimdi tek sorun kalmıştı, Düsseldorf'a kaç dakika gecikme ile gelecektik? Normal plana göre tren değiştirmek için sadece 5 dakika zamanım vardı ama Emmerich'e kadar kaç dakika kaybettiğimizi bilmiyordum. Artık beklemekten başka yapabileceğim bir şey yoktu ama yine de moralim bozulmuğtu biraz. Yolu endişeli bir şekilde seyrediyordum ama şansa zaten bu yörede görecek bir şey de yoktu. Tren bir istasyondan çıkıp bir sonrakine giriyordu, şehirden çıkmıyorduk adeta. Neyse ki sadece 5 dakika rötarlı olduğumuz ve Düsseldorf'ta trenin bizi bekleyeceği anonsu yapıldı. Artık hiç bir şey ters gidemezdi.
Yolun geri kalan kısmında kah etrafı seyrettim kah kitap okudum. Güneye doğru ilerledikçe buzlar erimeye, toprak da yükselmeye başladı. Ancak o zaman Hollanda'da gerçekten de bir tepe bile görmediğimin farkına vardım. Koblenz'ten sonra yolculuğumuza Ren nehrinin iki kıyısındaki tarihi köyler ve tepelerde dimdik duran şatolarla kaleler eşlik etti. Bingen'dan sonra yollarımız ayrıldı ve Mannheim'a doğru yola yalnız devam ettik.
Eve ancak akşam ulaşabildim ve iyice yorulmuştum ama artık daha çok şey biliyordum, en azından ne yapmak istediğimi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder