26 Şubat 2012 Pazar

Saklambaç

Başlangıçta pek sevmezdim, heralde diğer çocuklardan daha küçük ve zayıf olduğumdan son depar kısmında hep kaybettiğim için. Zamanla zayıflığımı başka yeteneklerimle kapamayı öğrendikçe bu oyundan da zevk almaya başladım. Doruk noktasını da Ulaşlı'da apartmandaki çocuklarla oynarken yaşadım. 

Ulaşlı, İzmit körfezi kenarında Gölcük'le Karamürsel arasında bir köy. Geçimini neyle sağlar, okur yazar oranı nedir bilmem, sadece amcamlar orada yaşardı ve ben tatillerde onlarda kalırdım. Kuzenlerimle öğlende uyanır, akşama kadar balık tutar, sonra top oynardık. Hava karardıktan sonra da saklambaç.

Amcamın oğlu Atilla benden bir yaş büyük, daha uzun ama heralde benim kadar zayıftı. Beraberce saklambacın takım oyunu olduğu inancını taşıyorduk. Oyuna başlamadan önce evden şapka ve rengi iyice solmuş gri pelerini alırdık ve bir İngiliz beyefendisi gibi sakince saklanırdık. Ebe bizi görse bile ismimizi söylemeye çekinirdi çünkü bu kıyafet oyun boyunca defalarca sahip değiştirirdi.

Gece oynarken kullandığımız bir başka yardımcı ise gölgelerdi. Bunların bana karşı kullanıldığı da çok oldu. Bir keresinde Müjdat benim yumduğum yerin tam karşısındaki çalılıktaki açıklığa oturdu ve benim uzaklaşmamı bekledi. Orada oturan biri olduğunu fark etmeme rağmen kim olduğunu göremiyordum. Gölgeler onu gözlerimden saklayabiliyordu ama acaba kulaklarımdan da saklayabilecek miydi diye düşündüm ve yerden aldığım taşları çalılığa atmaya başladım. Artık emindim, Müjdat'ı da sobelemiştim böylece.

Yine o akşam yavaş yavaş yumulan yere yaklaşmak için adımımı atarken ayağımın altından bir ses geldi:
- Yılmaz abi, aman basma.
- Kim var orada?
- Abi, ben Soner, yerdeyim.
- Ne yapıyorsun orada?
- Saklanıyorum.
- Yol ortasında mı?
Çok saçma bir soruydu, üzerine basmak üzereyken bile göremediğim birini ebe uzaktan hiç göremezdi. 

Bir gün Atilla ile saklambaca artık korku öğelerini de katmanın zamanı geldiğini düsündük ve plan yaptık.  Yakında perili diye bilinen yıkık dökük ahşap evin panjurlarına misina bağladık. Çekip bırakınca panjurlar açılıp kapanıyordu. Ben misina elimde bahçe duvarının altında sindim ve kurbanlarımı beklemeye başladım. Atilla çocukları beni aramak için eve doğru getirecekti ve ben de perileri herekete geçirecektim. On dakika kadar beklememe rağmen ne gelen vardı ne giden. Acaba ne oldu diye merak etmeye başladım ve saklandığım yerden çıkıp apartmana doğru görünmeden yürümeye başladım. Bir de ne göreyim? Çocuklar oyundan sıkılmış rıhtımda oturuyorlar, Atilla da oynamaya devam etmek için onları ikna etmeye çalışıyor. Oynamayacaksak bari çarşıya gidelim dediğini duydum ve yine görünmeden yerime döndüm. Eğer çarşıya gitmek isterlerse evin önünden geçmek zorunda kalacaklardı ve bunu kaçırmak istemiyordum. Yine bir süre geçti ve ben hala bekliyordum. Bu sırada da düzenek çalışıyor mu diye denemeler yapıyordum. Beş dakika kadar sonra bütün çocukları yoldan bana doğru gelirken gördüm. Önlerinde de Serkan, bağırarak perili evde bir şeyler gördüğüne dair yeminler ederek geliyordu. Atilla da grubun arasındaydı, büyük gösteri için tek bir şansım vardı ve bunu iyi kullanmalıydım. Çocukların biraz daha yaklaşmasını bekledim. Ağaçları da geçtiler ve artık evin önündeydiler, onları çok ne görüyordum ve onlar da bir şeyler görmek istiyorlardı. Serkan palavracı durumuna düşmek istemiyordu ve Atilla da planının çalışmasını diliyordu. Sonunda daha fazla beklememeye karar verdim ve kuklamın iplerini çekip bırakmaya başladım. Panjurlar gürültüyle açılıp kapanmaya başladı. Çocuklar önce inanamayarak donakaldılar, bu sırada misinayı daha güçlü çekmeye başladım ki panjurların gürültüsünden daha şiddetli bir çat sesi çıktı. Bunun üzerine herkes apartmana doğru kaçmaya başladı, Atilla da en inandırıcı kaçışını sergiliyordu. Bütün gösterinin tek zayıf noktası kaçarken 'Ne oldu? O ses neydi?' sorusuna Atilla'nın koşarken verdiği 'Heralde misina koptu.' cevabıydı. 

Misina kopmuştu, gösteri bitmişti. Şimdi sahneden inmeliydim ama hikaye devam ediyordu. Duvardan atlayıp hemen eve dönemezdim, çarşı yolundan gelmeliydim ki bu kadar zamanki yokluğumu açıklayabileyim. Bu da bahçenin içinden geçmem demekti. O anda karanlıkta yalnız kalmaktan korktuğum aklıma geldi. Aslında yalnız olduğum pek söylenemezdi, perili ev hemen yanımdaydı. Bastığım yerleri görmeden o bahçeden nasıl çıktığımı hatırlamıyorum. Daha sonra rıhtıma geldiğimde çocuklar hala birbirlerine neler gördüklerini anlatıyorlardı. Benim de çarşıdan geldiğimi duyunca olayları heyecanla bir de bana anlattılar. 

Tabii ki daha sonra hikayenin aslını açıklamak zorunda kaldık, ertesi gün dudaklarında uçuklar çıkan çocukların anne ve babaları bir daha böyle bir oyun yapmamızı yasakladı. Daha sonra da saklambaç oynadığımızı hatırlamıyorum. Mesleği zirvede bıraktık yani.

25 Şubat 2012 Cumartesi

Amsterdam'dan dönüş

Trenimin kalkmasına yarım saat kala istasyon binasına girdim ve ilk dikkatimi çeken şey içeri girdiğim yerin cuma günü geldiğimde çıktığım yer olmadığıydı. Tren kalkış planının yazılı olduğu elektronik ekranı hemen buldum ama planda benim biletimde yazan treni bir türlü göremedim. Ekranın sadece Hollandaca yazılar içerdiğini görünce problemimi benim için çözebilecek birini aramaya başladım. Danışmada aradığım kişiyi kilolu zenci bir kadın formunda buldum. Bana trenimin 4 numaralı perondan kalkacağını söyledi ve bu peronu nasıl bulacağımı da tarif etti.

Geldiğimde de dikkatimi çeken turnikelerden geçerken kendime yine aynı soruyu sordum: Madem turnikelerde iki yöne de geçişi engelleyen bir şey yok, neden turnike yapma ihtiyacı duyulmuş? Bu sorunun cevabı çok önemli değildi, öncelikle peronlara çıkan merdivenlerin şifresini çözmeliydim. Almanya'da örneğin 2 ve 2a peronlarına aynı merdivenden çıkılır ama burada birbiriyle alakasız yerlerden çıkılıyordu. Belki sonuçta aynı yere çıkılıyordur ama bunu test etmeye niyetim yoktu.

Danışmadaki kadının verdiği bilgiye rağmen biletimde yazdığı gibi 2. perona çıktım. Etrafta beklediğimden çok daha az insan vardı. Birazdan gelen bir görevlinin uyarısı ile nedenini anladım; tren gerçekten de 4. perona gelecekmiş. Doğru yerde beklemeye başlayınca eksikliğini hissettiğim kalabalığa da kavuşmuş oldum. Birazdan ekranda Düsseldorf'a gidecek olan ICE (şehirler arası ekspres) belirince hepimiz derin bir nefes aldık. Konuşmalardan anladığım kadarıyla yolcuların bir kısmıyla cuma günü de aynı yolculukta berabermişiz.

Trenimiz perona zamanında geldi ama herkes problemi hemen fark etti ve uğultular arasında görevlilerin başına üşüştük. Binmemiz istenen tren bir ICE değildi ve Düsseldorf'a değil, Emmerich'e gidiyordu. ICE orada bizi bekliyormuş. Kısa bir haftasonu boyunca bu isimleri o kadar sık duymuştuk ki artık gülmeye başladık. Yer rezervasyonlarımız tabii ki Emmerich'e kadar geçersiz olduğundan hemen vagonlara saldırıp yer kapma yarışına giriştik. İspanyol grubun arkasında Alman bir ailenin yanında pencere kenarına kuruldum. İlk başta yaptığım kitap okuma planlarını Hollanda'yı gündüz gözüyle görme şeklinde değiştirdim ve pencereden dışarıyı seyretmeye başladım. Daha Amsterdam'dan çıkmadan o ana kadar eksikliğini neden hissetmediğimi bilmediğim bir yel değirmeni gördüm. Yol boyunca yakınından geçtiğimiz bütün nehirler ve su birikintileri donmuştu ve insanlar buralarda da patenle kayıyorlardı.

Hollanda polisi bu sefer trende kontrollerini yaptı. Pasaport yerine şüpheli bagajlarala ilgilendiler. Bayan polis memuru karşı pencerenin yanında oturan kadına üzerindeki kırmızı bavulu sordular ve bavulun bana ait olduğunu duyunca bavula karşı ilgisini hemen kaybetti. Son durak Emmerich'e kadar sorunsuz geldik, ve gerçek ICE bizi gerçekten de bekliyordu. Bu sefer ayırttığımız yerlere oturabildik ve hemen hareket ettik. Şimdi tek sorun kalmıştı, Düsseldorf'a kaç dakika gecikme ile gelecektik? Normal plana göre tren değiştirmek için sadece 5 dakika zamanım vardı ama Emmerich'e kadar kaç dakika kaybettiğimizi bilmiyordum. Artık beklemekten başka yapabileceğim bir şey yoktu ama yine de moralim bozulmuğtu biraz. Yolu endişeli bir şekilde seyrediyordum ama şansa zaten bu yörede görecek bir şey de yoktu. Tren bir istasyondan çıkıp bir sonrakine giriyordu, şehirden çıkmıyorduk adeta. Neyse ki sadece 5 dakika rötarlı olduğumuz ve Düsseldorf'ta trenin bizi bekleyeceği anonsu yapıldı. Artık hiç bir şey ters gidemezdi.

Yolun geri kalan kısmında kah etrafı seyrettim kah kitap okudum. Güneye doğru ilerledikçe buzlar erimeye, toprak da yükselmeye başladı. Ancak o zaman Hollanda'da gerçekten de bir tepe bile görmediğimin farkına vardım. Koblenz'ten sonra yolculuğumuza Ren nehrinin iki kıyısındaki tarihi köyler ve tepelerde dimdik duran şatolarla kaleler eşlik etti. Bingen'dan sonra yollarımız ayrıldı ve Mannheim'a doğru yola yalnız devam ettik.

Eve ancak akşam ulaşabildim ve iyice yorulmuştum ama artık daha çok şey biliyordum, en azından ne yapmak istediğimi.

20 Şubat 2012 Pazartesi

Amsterdam

Plana göre cuma akşamı Nilüferlerde kalacaktım. Ev buzları kırılmış büyükçe bir kanalın hemen yanındaydı. Kanalın yanında korkuluklar yoktu ve park etmiş arabaları görünce acaba yılda kaç arabayı kanaldan çıkarıyorlar diye düşündüm. Arka yarısı yokmuş gibi gözüken bir kaç araba dikkatimi çekmişti ki Nilüfer bunları açıkladı. Arkalarında hız limiti olarak 45 km/h yazıyordu ve bu arabaları ehliyet alamayanlar kullanıyormuş.

Nilüfer kapıyı açtık ve binaya girdik. Dikkatimi ilk önce yarı helezon şeklinde oldukça dik bir açıyla çıkan merdivenler çekti. Bunun fotoğrafını çekmeyi istedim ama sonraya bıraktım ve bir daha da aklıma gelmedi. Malik ve Eloi ile tanışmadan sonra yemek yedik ve televizyon eşliğinde sohbet ettik. Evin erkek kedisi de beni kabul etti ki problem çıkarmadan beni işaretledi. Eloi ile de yatmadan önce iletişim denemelerimiz oldu ama başlangıçta aramızdaki dil sorunu bunu büyük ölçüde engelledi. Annesiyle Türkçe, babasıyla Fransızca konuşan çocuk, benimle Hollandaca konuşmaya başladı. Bana bir şeyler gösterip birkaç kere 'kijk' dedi ve Nilüfer bunun bak demek olduğunu söyleyene kadar olaya bön bön baktım sadece. Neyseki benim Türkçe bildiğim söylendi de ikimiz de rahatladık. Şimdi düşünüyorum da çocuğun Türkçe konuşabildiğini bilmeme rağmen benim Türkçe konuşmayı denememem de pek zekice bir hareket olmamış.

Akşam erken yattık. Nilüfer bana yatacağım yer olan Eloi'nın odasını gösterdi ve ranzada yatıp yatamayacağımı sordu. Çocukluktan beri çeşitli dönemlerde ranzada yattığım için hiç sorun olmayacağını söyledim ama hayatımda ilk kez ranzanın üçüncü katında yatacaktım. İlk katının olmaması durumda pek bir değişiklik yaratmıyordu ama çok rahat bir gece geçirdim.

Sabah erkenden kalktım ve duş alıp hazırlandım. Malik, Eloi ile dışarı çıktı, Nilüfer jogging yapmaya gitti. Hiçbir plan yapmadığım ve havanın çok soğuk olması nedeniyle evde kalıp kitap okumayı seçtim. Ev halkı geri döndüğünde yeniden hazırlandık ve bu sefer donmuş kanallarda gezmek için Malik'in iş yerine doğru yola çıktık. Tramvay binmek için durağa gittik. Amsterdam'da tramvayda bilet satışı orta kapıdan yapıldığından o kapıyı kullandık. Bileti aldıktan sonra kapının yanındaki okuma cihazına doğru tutup bir saatlik geçerlilik süresini çalıştırdık. Tramvaylarda bir sonraki durak ekranlarda gösterildiği için gitmek istenen yeri kaçırmak imkansız gibi. Tabii asıl sorun gitmek istenen yeri görevliye doğru telaffuz edip kartı alabilmek. İneceğimiz yere çabucak gelmiştik ve neden bilmiyorum ama inerken de kartı okuyucuya gösterdik.

Bir süre yürüyerek ve donmuş kanalların yanından geçerek aradığımız kanala ulaştık. İnsanların çoğunluğu kanallarda yürüyor olmasına rağmen yolda yürümenin oldukça dikkat isteyen bir iş olduğunu anladım. Aynı yolu kullanan arabalara, tramvaylara ve bisikletlere sürekli dikkat etmek gerekiyor. Malik de gelince kanala indik. Eloi kızağına oturunca Malik onu çekmeye başladı ve biz de yanlarında yürümeye başladık. Kanalda yürüyen insan çok azdı, hemen hemen herkes patenle kayıyordu. Sadece köprülerin altında dikkatli olmak gerekiyordu, çünkü orada buzlar kısmen erimişti. Bu nedenle insanlar köprü altından kayarken duvar dibinden gidiyordu. Buzun içine gömülmüş işlevsiz teknelerin arasında yürümek soğuk havaya rağmen oldukça eğlenceliydi. Hep beraber tanrının güzel esprilerinden birini yaşıyorduk, bugün suyun karşısına geçmek için ne Musa'nın ne de İsa'nın mucizelerine ihtiyaç vardı ve herkes için çok olağan bi durumdu. Patenli ya da patensiz bebek arabalarıyla bize katılan anne ve babalar da görüntüyü iyice renklendiriyordu.

Öğlende yemek için küçük bir yere gittik ve kahvaltı türü bir şeyler yedik. Ben o sırada kuzenle ve Barış'la buluşma planları yapmak için telefon görüşmeleri yaptım. Yemekten sonra Nilüferlerden ayrıldım ve kuzenle buluşmak için Damm bölgesine doğru yürümeye başladım. Meydana geldiğimde ACTA karşıtı göstericiler toplanmış, yürüyüş için son hazırlıklar yapılıyordu. Etrafta ayrıca turistlerle fotoğraf çektirmek için bekleyen kostümlü ilginç tipler vardı. Kuzenle superman'in yanında buluşmak için anlaştığımız sırada yanıma ACTA karşıtlarından bir genç yaklaştı ve beni bilgilendirmek istedi. Yalnız beklemekten iyidir diyerek dinlemeyi kabul ettim ve bildiğim şeyleri bir de ondan dinledim. İmza atacağıma dair söz verdikten sonra onun yanından ayrılıp kuzenle buluştuk. İstiklal caddesi gibi bir sokakta yürüyüp dükkanları gezdik, bir yerde de oturup sıcak bir şeyler içtik. Daha sonra Barış aradı ve nerede olduğumu sordu. Ben de gördüğüm ilk sokak levhasını okumaya çalıştım ve yerimden ayrılmamam talimatını alınca da beklemeye başladım.

Barış'ı beklerken Guy Fawkes maskesi taşıyan ACTA göstericileri tam da önümden geçti. Barış da onlardan hemen sonra geldi ve biraz da onunla kanallarda gezdim. Sonra bir şeyler içmek ve ısınmak için bir yere gittik. Epey sohbet ettik, heralde en az beş yıldır görmemiştik birbirimizi. Konuşurken fark ettim ki dünyanın her yerinde benzer sorunlarla boğuşuyoruz. Sonra yavaş yavaş Nilüferlere gidip bavulumu almaya karar verdik, akşam Barışlarda kalacaktım. Acelemiz olmadığı için yürüyerek ama hava çok soğuk olduğundan da acele ederek adresi aramaya başladık. Bu arada teknolojinin de tüm imkanlarını kullanmayı ihmal etmedik. Tam GPS eve az kaldı dediğinde papağana benzer bir kuş sürüsü gördüm ve fotoğraflarını çektim. Şehir içinde böyle bir sürü görmeyi hiç beklemiyordum.

Eve çıktığımızda Barış telefonda Anı ile konuşuyordu ve sonra Anı'nın ateşi çıktığını ve hastaneye gitmemiz gerektiğini söyledi. Ben de bavulu aldım ve Nilüferle vedalaşarak çıktık. Eloi o sırada Malik'le beraber salonda uyuyordu. Aşağı inince şansımıza yolda o sırada yolcu indiren bir taksi gördük ve hemen o tarafa yollandık. Hayatımda gördüğüm ilk takım elbiseli taksi şoförü bavulumu aldı ve kapımı da tutarak taksiye binmeme yardımcı oldu.

Barışların apartmanında hayatımda ilk kez uzun yol  asansörü havasında yaşlılar için oturma yeri olan bir asansör gördüm. Eve gelince eşyalarımı yerleştirdim ve Barış ile Anı çıktılar. Ben de Baran ile evde kalıp Thomas ve arkadaşlarının maceralarını seyrettim. Arada yap boz ve boyama türü oyunlar da oynadık. Neyse ki Anı'nın durumu ciddi değilmiş. Anlatıldığına göre Hollanda'da doktorlar kolay kolay ilaç vermiyormuş, biz de ise tam tersi, doktorlar kolay kolay teşhis koymuyorlar ama buna rağmen ilaç tedavisine hemen başlanıyor. Anı ise hamile olduğundan istisna olarak ilaç alabilmiş. Sonra Barışla ilacı almaya çıktık ve dışarıda Türk restoranında yemek yedik. Arabayla akşam oldukça güzel görünen bir gölün yanından geçtik. Bir dahaki gelişimde havalar da iyi ise o göle gitmem lazım.

Bu hareketli günün ardından çok fazla oturmadık ve yattık. Sabah yine erken kalktım ve ev halkı uyurken hazırlıklarımı tamamladım. Daha sonra kahvaltı yaptık ve Barış beni arabayla istasyona getirdi.  Hava soğuktu ama kar yağmıyordu ve ben Nilüfer'in kötümser tahminine rağmen dönüş yolculuğumda trenlerin normal plana uyacağını umuyordum.

18 Şubat 2012 Cumartesi

Ümit ve Serkan (18)

Ümit bugün yazı çalışması için bir hikaye yazmış ve hikayede de aldığı çizgi romandaki isimleri kullanmış. Himalaya adını duyunca dağları anlatmaya başladım, o da 'dur, dur, en yüksek dağın adını söyleyeceğim' dedi ve dergide Everest'i buldu. Sonra internette ona Everest'in resmini gösterdim. Aynı sayfada tabii ki Hillary ve Tenzing'in resmi de vardı. Bunların tepeye ilk çıkan insanlar olduğunu söylediğimde çok üzüldü Ümit, ilk kendisi çıkmak istiyormuş. Bir kaç dakika sonra geldi ve 'bir fikrim var' dedi. Ne olduğunu sorunca da anlatmaya başladı: 'Atom reaktörü var ya, şimdi büyük bir deprem yaparsak daha büyük bir dağ olur ve ben de ona tırmanırım'.
Atom reaktörünün fonksiyonunu anlamadım ama çok mantıklı bir plan bence.

Ümit ve Serkan (17)

Çocuklar bugünlerde Katja'yı pek dinlemiyor. Katja da şaka olsun diye onlara 'Şubat'ın 29 çektiği yıllarda Mart'taki doğum günleri iptal olur' demiş. Çocuklar tabii ki şok geçirerek 'Şaka yapıyorsun değil mi?' diye tepki göstermişler. Bugün aynı şakalaşma yine yaşandığında Serkan karşı atağa geçti: 'Biz 4 yaşındayken de Şubat 29 çekmişti ama doğum günümüz vardı.'

13 Şubat 2012 Pazartesi

Amsterdam'a gidiş

Cuma günü saat 11 gibi Amsterdam'a gitmek için evden çıktım. Yolculuk planı oldukça basitti. Önce bir trenle Mannheim'a, ardından ekspres trenle Köln'e ve oradan da başka bir ekspresle Amsterdam'a. Tabii evden çıktığımda bu planın sadece Mannheim'a kadar çalışacağını bilmiyordum.

Mannheim'da Köln treni zamanında geldi. Yerimi de kolayca buldum ama burada Almanların koltuk numaralarını hangi kurala göre verdiğini hala çözemediğimi söylemem lazım. Binilen kapıya göre sürekli artan ya da azalan numaralar beklemek yerine arada sıçramalara ve bir kaç sıra sonra atlanan numaralara hazır olunmalı. Önemli olan tabii ki öncelikle doğru vagona binmek.

Yolda kitabımı okurken yanımda oturan SAP çalışanının iş arkadaşıyla yaptığı fuar hazırlığı konuşmasını dinledim. Hangisinin uykumu getirdiğini bilmiyorum ama bir ara gözlerim kapanmış. Bir ara makinist teknik arızalar nedeniyle sadece 200 km/h hıza ulaşabildiğimizi ve bu nedenle 10 dakika gecikeceğimizi anons etti. Bir sonraki trenime yarım saat zamanım olduğu için dert edilecek bir şey yoktu. Sadece Dom fotoğrafı çekmek için acele etmem gerekecekti. 

Sonunda Köln'e geldik ve ilk iş olarak istasyonun hemen yanındaki Dom'u görmek için istasyon binasından çıktım. İşe yarayacak bir fotoğraf çekemedim ve treni beklemeye gitmek için içeri girdim. Tren kalkış tabelasına göz attığımda trenimin 20 dakika rötar yapacağını gördüm. Buraya kadar yine sorun değil çünkü biletime göre bu tren beni Amsterdam'a kadar götürecekti. Bugün ise bir istisna olarak Emmerich'e kadar gidecekti. Ondan sonra başka bir trenle yola devam edileceği yazıyordu. Avrupa coğrafyasını keşke daha iyi bilseydim diye düşünmeye başladım, daha Emmerich'in hangi ülkede olduğunu bilmiyordum.

Bu haber peronda da anons edildiğinde hafiften huzursuz kıpırtılar başladı. Bir kadın oradaki bir demir yolları görevlisine durumu sorunca aldığı cevap beni daha da şaşırttı ve bu cevaptan emin olmak için aynı şeyi ben de sordum. Emmerich'ten sonra bir otobüs ile Arnheim'a kadar gideceğimizi ve oradan tekrar trene bineceğimiz kısmını ne yazık ki doğru duymuştum. Lisede nasıl olsa mühendis olacağım, coğrafyaya ne gerek var dediğim günleri hatırladım. Arnheim acaba neredeydi? Emmerich'ten ne kadar uzaktı? Neyse ki Arnheim'dan sonra her yarım saatte bir tren varmış. Bu durumu Nilüfer ve Barış'a mesajla bildirdim. Barış görünüşe göre beni almaya gelemeyecekti.

Bu düşünceler arasında deminki kadınla beraber ufak bir yolculuk grubu kurmaya karar verdik. Yanımızda durumdan hiç etkilenmemişe benzeyen bir Hollandalı ve kız arkadaşı vardı. Adam ilginç bir şekilde herkesi tanıyor gibiydi. Demir yolu çalışanlarıyla Almanca muhabbet ediyordu ve başka bir Hollandalı'ya bunları tercüme ediyordu. Sonra gruba Türk olduğu belli olan biri daha katıldı, onunla da Türkçe şakalaşmaya başladı. Biz de bu sırada adamın kız arkadaşıyla tanıştık ve adamın bu hatta hemen hemen her hafta yolculuk yaptığını öğrendik. Artık grubumuz 4 kişi olmuştu ve liderimiz yolu anlaşılan çok iyi biliyordu. 

Yarım saat gecikmeyle trenimiz geldi ve grup olarak yemekli vagona bindik ve bir masanın etrafına oturduk. Yolda muhabbete başladık ve Hollanda'lı arkadaştan yolculukla ilgili bilgiler almaya başladık. Emmerich Almanya'daymış ve Arnheim (Hollandaca'da Arnhem) da Hollanda'daymış. O sırada yemek servis vagonunda çalışan esmer biri gruba yaklaştı ve Hollandalı ile Türkçe konuşmaya başladı. Sonrada öğrendik ki bu esmer arkadaş Sri Lankalıymış. Bu arada Nilüfer'i aradım ve yeni bir plan yaptık. Amsterdam'a gelmeden kısa süre önce haber vermem ve Nilüfer'in beni gelip almasına karar verdik. Telefonu kapattıktan sonra kayak tatilinden dönen Alman kadın da muhabbete Türkçe katılınca benim sessiz kalmam için bir neden kalmadı. Bir ara Alman kadınla Hollandalı çince konuşmaya başlayınca acaba daha manyak bir paralel evren var mıdır diye düşünmeye başladım. Hollandalı daha sonra bu kadar dil bilmesinin sırrını açıkladı; Hollanda demir yollarında çalışıyormuş ve her hafta bu hatta bir sürü yabancı insanla iletişimde bulunuyormuş. Birazdan tren çalışanlarından biri geldi ve Hollandalıyı çağırdı, geri geldiğinde kız arkadaşına sonraki durakta ineceklerini söylediler. Görev yer ve zaman seçmiyormuş. Bizim bir sonraki durakta inmemizi söyledi ve trenden indiler. İzci başını kaybetmiştik ama daha epey yolumuz vardı.
Emmerich'e geldiğimizde 5 otobüs bizi bekliyordu. Hemen yer kapma yarışına girdik ama Almanya'da bir Türk gibi hareket etmek çok ayıp olacağı için acele etmedim, bu arada grubumuz tamamen dağıldı çünkü otobüsler ayakta yolcu almıyormuş. Ben arkadaki otobüse bindim ve yola çıktık. Nasıl olsa otobüsler birbirinden çok uzak değillerdi. Tam Hollanda sınırını geçtik ki her otobüsün önünde birer motosiklet belirdi. Hepsinde de mavi lamba vardı ve arkalarında ışıkla VOLGEN yazıyordu. Biz de tabii ki dost ve yardımcımız polisleri takip ettik ve bir süre sonra bütün otobüsler park etmiş bir şekilde bekliyorduk. Önce otobüslerde pasaport kontrolü yapıldı. Bizim otobüsten iki kişiyi indirdiler ve sonra polisler ellerinde içinde uyuşturucu olduğu belli olan bir torba ile bunların yanına gittiler ve sorgulama başladı. Bu sırada diğer otobüsler yeniden yola çıktılar. Biz de otobüste beklerken Hollanda'ya uyuşturucu sokmak kadar anlamsız bir hareketi anlamaya çalışıyorduk. Sonunda inen iki çocuk çantalarıyla otobüse geri bindiler ve yolumuza devam ettik. 

Kısa sayılabilecek bir yolculuktan sonra Arnhem'e geldik ve trenimizi aramaya başladık. Tabii ki planı anlamıyorduk ve de çoğunluğun beklediği yere gelen ilk trene bindik. Tren ilk istasyona geldiğinde yeni bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu anladık. Anonslar sadece istasyon isminden oluşuyordu ve hiçbir şey anlamıyorduk. Kapıların üzerindeki küçük ekranlarda da bir sonraki durak yazmıyordu ve ne koltuklarda ne de görünür bir yerde istasyon planları vardı. Etraftaki insanlara sormak gerekiyordu ama hangi dilde? Büyük ihtimalle bulunduğum vagonda herhangi bir dilde sorulan bir soruyu cevaplayacak birisi kesin bulunurdu ama bütün gün o kadar çok dumur yaşamıştım ki, ve bu durumlar bitmek bilmiyordu. Yan koltuklarda oturan yaşlı çift birbiriyle sürekli ingilizce konuşurken bir süre sonra adamın Hollandaca da anladığını ve kadının da mükemmel İspanyolca konuştuğuna şahit oldum. Yanımda Alman gazetesi okuyan yaşlı kadın benimle ingilizce konuşmaya başlayınca ben de sonraki durumlar için artık İngilizceyi kullanmaya karar verdim. 

Amsterdam'a yaklaşınca Nilüfer'e mesaj attım ve bana 5 dakika yolum kaldığını bildirdi. Sonunda şaşırtıcı yolculuğumun sonuna gelmiştim. Amsterdam merkez istasyonunda yönümü tekrar bulabilir duruma geldiğimde Nilüfer de beni almaya gelmişti. Sonra istasyondan çıktık ve donmuş kanalların arasından geçerek eve gittik.


5 Şubat 2012 Pazar

Bozukparacı (Süper kahramanlar serisi)

Kahramanımız her türlü parayı istenen şekilde bozabiliyor, hatta bu işlem sırasında istenen kısmı istenen döviz türünde verebiliyor. Döviz kuru olarak merkez bankası kurlarını kullanıyor ama acil durumlarda bu oranlarda oynamalar yaptığı da olmuş. Gücünü ilk keşfettiği zamanlarda döviz büroları çalışanlarında çok kötü dayak yediğinden her gün farklı kıyafetlerle geziyor ama yine de döviz büroları civarına çok acil durumlar dışında uğramıyor. Bu kusursuz gücün yanında tek zayıf yanı asla hayır diyememesi.

1983 yılında yayınlanan bir macerada Bozukparacı sadece bedevi dinarının geçtiği ve hiçbir bankamatiğin bulunmadığı çölde bir kutupayısı ile karşılaşır ve ayının bir bedeviden aldığı sahte dövizi bozar. Efsanelerde anlatıldığına göre ayı para sorunu çözülünce o bedeviyi bulmuş ve ödeşmişler.  

4 Şubat 2012 Cumartesi

Ümit ve Serkan (16)

Bugün güneşin ışıklarına kanıp çocuklarla ormanda yürümeye çıktık. Yolda Ümit tabii ki el işi projeleri için malzeme toplamaya başladı. Ormanda malzeme olarak ne bulunur? Tabii ki taş ve sopa. Geçen aldığı mağara insanlarıyla ilgili kitabı okuduğundan 'mağara insanı aletleri' yapacağım dedi. Taşı baltaya takıp balta yapacakmış. Bir süre sonra aramızda şöyle bir konuşma geçti:
- Baba, taşı tahtaya bantla yapıştırabilir miyim.
- Hayır oğlum, bant o yaşı taşımaz.
- O zaman bu sopayla ne yapacağımı biliyorum.
- Ne yapacaksın?
- Mağara adamı metresi.

2 Şubat 2012 Perşembe

Boşlukta koşuşturmalar

Sonunda buraya da kış geldi. Eksi on küsürlü sıcaklıklarda daha evden çıkar çıkmaz eller üşümeye başlıyor. İyi ki yerlerdeki karlar çabuk eridi de düşme tehlikesi epey azaldı. 
Almanya'da yazılı olmayan bir kural vardır: İki kişi arasındaki bir selamlaşma sonsuza kadar yapılmış bir sözleşmedir. Bir süredir bunu bazı insanları yönlendirmek için kullanmayı planlıyordum. Bu sabah istasyona yürürken uzun zaman sonra ilk kez hedeflerimden biriyle karşılaştım. Selam vermek için ona doğru döndüğümde  onun bunu istemediğini gördüm. Birden dün gece bir arkadaşımla konuştuğum şeyler aklıma geldi. Bir ganimete daha sahip olabilmek için tanımadığım birini savaşa sürüklemek istiyor muydum? Başımı çevirdim ve yeşil ışığın yanmasını beklemeye başladım. İçimdeki sahip olma arzuları yavaş yavaş yok mu oluyordu acaba?
İşe geldiğimde bugün için de hapımın yanımda olduğunu görünce rahatladım. Bir gün hap almamanın nasıl yan etkiler yapabileceğini bilmiyordum ama bunu da bir deney olarak görmeyi planlamıştım. Neyse ki şimdilik bu deneye gerek yok fakat unutmadan yeni bir doktor randevusu alayım yakında. 
Son birkaç gündür şirkette öğleden önceleri uyukluyorum ve dolayısıyla pek iş yapmıyorum. Dün bunu iyi gizleyebildim, çünkü başkaları sistemi öyle bozdu ki öğlene kadar kimse çalışamadı ve ben de bu arada ben de rahat rahat bridge dergimi okudum. Bu hafta grubumuza diğer kurstan birisi daha katıldı ve o da benim gibi daha önceden oynamış ve sanırım benden de iyi biliyor oyunu. Benim asıl dikkatimi çeken ise davranışlarıydı. İlk başta sanki bütün grubu kontrol altına almak ister gibiydi, her konuda herkese laf yetiştiriyordu. Ardından öğretmenin uyarılarını beklemeden oyunu da yönlendirmeye başladı ama sonra birden her şey yolundaydı. Sanki ilk başta herkesin sınırlarını zorlayarak ölçümlerini yaptı ve ardından da en azından benim fark edemediğim bir çabuklukla kendini gruba uydurdu.
Bu sabah yapmayı planladığım bir demo projesi var, umarım bu beni uyanık tutabilir. Bunun yanında ekip başından ve test grubundan çözmem için problemler de eksik olmuyor. Problem çözme yeteneğimde sonuç olarak bir değişiklik yok, tek fark artık verileri paralel işleyebiliyorum sanki. Tabii bu işi henüz çok iyi beceremiyorum, normal yöntemim kadar da hızlı değilim ama yeni şeyler öğrenmek benim için her zaman eğlenceli olmuştur. Hafızamda bir iyileşme var mı bilmiyorum ama algılamada gelişmeler var gibi. Bu arada bu kadar çok veriye alışık olmayan beynimi de bu duruma alıştırmam gerekecek. Eskiden verileri sıraya dizip sabit bir hızla onları değerlendiriyodum, şimdi veriler her yönden değişik hızlarla geliyorlar ve kafamın içinde büyük koşuşturmalar başlıyor. Sürekli yön değiştirmem, hızımı azaltıp artırmam gerekiyor ve arada tökezlediğim de oluyor. Hatta dışarıdan veri akışı kesildiğinde bocalayıp etrafa bir sonraki sinyalin nereden geleceğini bilmemenin korkusuyla bakınıyorum. Bütün algıları karşılayamadığımdan bazen bulduğum cevapların zamanı geçmiş oluyor ve bu da moralimi biraz bozuyor ama belki de her şeye çözüm bulamayacağımı kabul edip kaçırdığım soruları ya da fırsatları dert etmemeyi öğrenmem lazım. 
Şirkette problemler için bulduğum açıklamalar kimsenin hoşuna gitmedi ama en azından artık benim sorunlarım değiller. Şimdi demo projeme devam edebilirim.